İNSAN SEVER BİR KERE
Söz ve Müzik:Nadir Göktürk
Makam:Kürdi
Usûl:Yürüksemâî
İcrâ:Ezginin Günlüğü
Gittim gidilmez yere
Düştüm dilden dillere
Bin kere tekrarı olmaz
İnsan sever bir kere
Madem beni bırakıp gittin
Yazsınlar adımı bir mermere
Bin kere tekrarı olmaz
İnsan sever bir kere
NADİR GÖKTÜRK – HAYAT HİKÂYESİ
1950 yılında Mersin’de doğmuşum. İkinci Dünya Savaşı biteli daha 5 yıl olmuş, cumhuriyet kurulalı da 27 yıl… Benim tabi bütün bunlardan hiç haberim yok. Annemin, babamın ve benden üç yaş büyük olan ağabeyimin kanatlarının altında, kendimi hayatın akışına bırakmışım.
ÇOCUKLUĞUM
Annem ilkokul öğretmeni, babam edebiyat öğretmeniydi. Öğrencileri, babama ‘La Fontaine’ lâkabını takmışlardı. ‘La Fontaine’ epey muhalif bir öğretmen olduğu için bizimkilerin başı sık sık derde girer, tayinleri başka okullara ve şehirlere çıkarmış. Mesleğini, lâkabını ve öğrencilerini her zaman çok sevmiş olan babam, bu sürgünleri hep iyimserlikle ve yeni öğrenciler, yeni arkadaşlarla tanışmanın heyecanını yaşayarak kabullenirdi. Babam, kendi babasını hiç görememiş, çünkü dedem, hani şu “Askeri kırdıran Enver Paşa”nın askerlerinden biri olarak, savaşmak üzere Kafkasya taraflarında bir yerlere gitmiş ve bir daha da dönmemiş. Ancak ölüm haberi de gelmediği için, babaannem, Alogil’in Ayşe Bacı, ölene kadar dedemin dönüşünü beklemişti. Malatya’nın Kündübek (Gündüzbey) köyünde doğan babam, ismini köyünden almış. Annem ise babamdan daha şanslıymış, çünkü babası ne dünya savaşında ne de kurtuluş savaşında ölmemiş, gazi olmuş.
Biz, Mersin, sonra Urfa ve daha sonra da Bursa’ya geldik. Çocukluğum Bursa’nın ‘Yahudilik’ denen semtinde geçti. Bu semtin isminden de anlaşılacağı gibi, komşularımızın çoğu Yahudi’ydi. Aynı zamanda ucuz ayakçı meyhaneleriyle de ünlü olan bu semtte her sınıftan ve her kültürden insanlar yaşardı. Şimdilerde ‘Arap Şükrü’ gibi oldukça popüler bir görünüm alıp sınıf atlamış olan bu meyhanelere, o zamanlar genellikle; işsiz, aylak, ayak takımı ve hamallar takılır, meyhane kapanana kadar da ayakta demlenirlerdi. Bazen bunların karıları, elinden tuttukları küçük bir çocukla meyhane kapısına kadar gelir ve eve para bırakmadan kapıyı vurup çıkmış olan kocalarına kapıdan bağırıp çağırırlardı. Kapıya kadar çıkmak zorunda kalan koca da, karısının eline 3-5 kuruş sıkıştırıp başından def ederdi.
Biz “orta halli” bir aile olarak; yoksul, orta halli ve zengin komşularımızla akşamları ev gezmeleri, gündüzleri kapı önüne çıkardığımız sandalyelerde tavla atıp çay demleyerek, çocuklar cille oynayıp top koşturarak, turneye gelen Muammer Karaca Tiyatrosu, pazarları Tayyare Sineması’nda 9.00 matinesindeki çocuk filmleri daha sonra Yeni Sinema’nın kapısında Teksas – Tom Miks değiş-tokuşlarıyla; Devlet Tiyatrosu temsilleri; yaz akşamları Kültür Park’taki çay bahçelerinde nargile-semaverler; aile gazinolarında Muzaffer Akgün, Celal Şahin, tek tekerlekli bisiklete binen Alman akrobatlar; kışın Perşembe geceleri radyo tiyatrosu, Çarşambaları “Orhan Boran ve Yuki”, “Uğurlugil Ailesi” falan diye günlerimizi geçirirdik.
Aslında günleri değil yıllarımızı böyle geçirmişiz.
İlkokul, ortaokul çağındayken bunlardan başka hatırladığım pek bir şey yok. Tabi 27 Mayıs hariç…
27 MAYIS
Demokrat Parti’nin son yıllarında radyodan anons edilen “Vatan Cephesi’ne iltihak edenler”in sürekli uzayan listesini, ‘Milli Şef’in, bir aşağılanma biçiminde ‘sağır’ olarak adlandırılmasını, sonra gene İnönü’nün, meşhur “Sizi ben bile kurtaramam” mesajını, dinleye dinleye gelmiştik 27 Mayıs’a… Bizim evde kocaman bir AGA radyosu vardı. Toprak hattı ve anteni olan bir radyo. Üzerinde dünyanın çeşitli ülkelerinin radyo istasyon frekanslarının gösterildiği bir tablosu da vardı. Ama biz uzun dalgada Ankara, orta dalgada da İstanbul radyosunu dinlerdik. Bir de İzmir radyosu vardı galiba ama bizim evden pek çekmezdi. “Ara sıra da gizlice ‘Bizim Radyo’yu dinlerdik” desem, suç teşkil edebileceği için o fasla hiç girmiyorum.
…..
devamı ve kaynak